Şu aralar sıklıkla duyuyoruz; “ Bir co-working ofisinde çalışıyoruz. Sizi misafir etmekten mutluluk duyarız.”. Peki nedir bu “co-working” ofisleri? Co-working kelimesi, “collaborational working” tamlamasının kısaltılmasından geliyor. Çok hızlı bir tercüme ile “işbirliği içinde çalışmak” ya da “birlikte çalışmak” diyebiliriz.
Bu modelin varoluş hikayesi, globalleşmenin zirve yaptığı 80’lere dayanıyor. Kurucusu diyebileceğimiz Mark Dixon, 1980’lerde sayısız iş seyahati yapan bir iş insanıdır. Mark Dixon 1989 yılında Brüksel’e yaptığı bir iş gezisinde, sıkça seyahat eden kişilerin kullanabileceği ofis alanları konusundaki eksiğini fark edip, çoğunlukla otel odalarında ya da kafelerde çalıştığını görüyor. Bu sorun üzerinden yola çıkarak; firmaların ya da girişimcilerin esnek bir şekilde kullanabileceği, bütün ofis ihtiyaçlarının sağlandığı, tüm hizmetleri bünyesinde barındıran, ilk paylaşımlı iş alanını Brüksel’de kuruyor. Bunu takip eden yıllarda bu başarılı iş modeli kendi kopyalarını oluşturarak günden güne büyüyor. Emergent Research adlı araştırma şirketinin yaptığı bir araştırmaya göre 2018 yılında 1 milyonun üzerinde üyenin bu eko sistem içerisinde yer alacağı ön görülüyor.
Böyle başarılı bir model, bir çok faydasından dolayı gecikmeden Türkiye’ye de giriyor. Fakat, bu modeli bir çok noktada görsekte hala tam olarak ısınamadığımız bir gerçek.
Türkiye özelinde bu model uzun zamandan bu yana varlığı sürdürmekte ve son bir kaç yıldan bu yana yoğun bir şekilde karşımıza çıkmakta. Bu popülerliğin en büyük sebebinin “Y” kuşağı girişimcilerinin ve çok uluslu markaların yoğunluklu olarak kullanması olduğunu söyleyebiliriz. Bu modelin içine daha fazla girdikçe “Y” kuşağının ve çok uluslu markaların yanı sıra yaratıcı kafalara değer veren markaların ve freelancerların yoğunluklu bir şekilde tercih ettiğini görüyoruz. Aynı zamanda, çoğunlukta olan ve alışılagelmiş Türk stili işletmelerin bu modele oldukça mesafeli olduğunu da biliyoruz.
Global markaların tercih etme sebebi bir çok ülkede ya da şehirde aynı standartta, bildiği bir hizmet sağlayıcı ile çalışmanın güvenini istemesi. Bilmediği bir ülkede bilmediği bir ofis serüvenine girmek mi? Yoksa bilmediği ülkede bildiği bir ofis yapısını kullanmak mı? Tabii ki tercih belli... Aynı zamanda ofis kurulumu gibi zor bir sürecin tümünü outsource ederek idari işlerin riskini minimalize etmiş oluyorlar. Dahası bir çok lokasyonda ofis imkanı sağlayarak sürdürülebilir bir operasyon yaratıyorlar. En önemlisi nakit yönetimi anlamında ciddi avantajlar elde ediyorlar.
“Y” kuşağı ya da yaratıcı ekipler ise co-working ofislerini çoğunlukla özgür çalışma ortamları sebebi ile tercih ediyorlar. İstedikleri anda istedikleri lokasyonda çalışabiliyorlar. Dahası networking konusunda ciddi faydalar da sağlıyorlar. Bu mekanlar, birbirine destek olabilecek farklı disiplinde bir çok iş modelini bünyesinde barındırıyor. Unutmayalım “Birlikten kuvvet doğar”... Aynı zamanda maliyet anlamında düşük risk imkanları sunduğu için girişimci ruhları sebebi ile “y” kuşağı tarafında yoğunlukla tercih ediliyor. Planlama anlamında yaşanacak her türlü sıkıntı bu model ile minimalize edilebiliyor. 3 ay sonra 20 kişilik bir çalışma alanına ihtiyacı olan bir proje, eğer bu hedefinin çok üzerine çıkarsa ya da altına düşerse, ofis yatırımlarını bu esnek modelde kolaylıkla revize edebiliyor.
Tüm bu avantajlarına rağmen; yurt dışında lüks olarak algılanan co-working ofisler, Türkiye’nin alışılagelmiş iş dünyasında hala sığıntı ofisler olarak algılanıyor.
Peki bir çok fayda ve avantajına karşın Türk işi işletmeler ya da girişimler neden bu modele hala mesafe ile yaklaşıyor?
Bunun öncelikli sebeplerinden biri Türk şirket yönetim yapısında hala mülkiyet kavramının diğer bir çok algının üzerinde olmasında yatıyor. Mülkiyet algısı, risk yönetiminden hala net bir şekilde daha baskın geliyor. Dahası mülkiyet duygusu hala prestij ile eş değer tutuluyor.
Bir yandan da alışılagelmiş şirket içi hiyerarşi ve egoların bu yapı tarafından desteklenmediği yoğun bir şekilde hissediliyor. Daha basit anlatmak gerekirse; alışıla gelmiş Türk modeli karar vericiler makam odası istiyor, sekreter istiyor, çalışanlarında eski usül saygı bekliyor. Bu yüzden de makam odası olmayan ofisleri, ofis gibi algılayamıyorlar.
Aynı zamanda, içinde bulunduğumuz yapıda, fikre verilen değerin ve saygının çok düşük olması iş modellerinin içe kapanık ve yoğun mahremiyet duygusu ile ilerlemesine sebep oluyor. Dahası fikrin çalınma korkusu bu tarz açık ofis yapılarında uzak durma arzunu daha da besliyor.
“Y” kuşağı iş insanlarının, girişimcilerin, freelancerların yaratıcı kafaların ve çok uluslu firmaların sayıları günden güne artıyor. Girişimlerin sabit risklere bakışı açısı değişiyor. Yeni iş modellerindeki hiyerarşi uygulama şekilleri ciddi şekilde farklılaşıyor. Mülkiyet kavramı ve iş mahremiyet olgularında ciddi kırılımlar yaşıyoruz. En önemlisi; iş insanlarının özgürlükleri, mutlulukları, işlerine olan tutkuları ve hayalleri; birim zamanda çıkan iş miktarından daha önemli olmaya başladığı bu dünyada, co-working ofisleri alışılagelmiş ofislere alternatif oluyor. Tüm bu açıları değerlendirerek baktığımızda bu güçlenmekte olan alternatifin yakında zamanda daha fazla kartvizitte ya da toplantı davetiyesinde karşımıza çıkacağı kesin. Herkesin bu tecrübeyi içtenlikle yaşamasını tavsiye ederim.
Comments