İnovasyonun Yerli Versiyonu: Kopyala, Yapıştır, PowerPoint
- Gökhan Avcı
- 6 Ara
- 3 dakikada okunur

Türkiye’de inovasyon, çoğu zaman “Ar-Ge’ye önem veriyoruz” cümlesiyle başlar, “global trendleri yakından takip ediyoruz” ifadesiyle biter. Bu iki cümlenin arasında, genellikle PowerPoint sunumlarıyla süslenmiş bir boşluk vardır: fikrin doğduğu yer ile pazara çıktığı yer arasında duran, taklidin cilalı yüzü.
Bizim iş dünyamızda inovasyon çoğu zaman yeni bir şey yapmak değil, var olanı yerelleştirmek anlamına gelir. Ürünün rengi değişir, paketi yenilenir, bazen şekli bile farklılaşır. Ama özü aynı kalır. Yenilik, ambalajda olur; içerikte değil.
Renk paletini genişletmeyi stratejik farklılaşma zanneden markalarla dolu bir pazarın içindeyiz. “Yeni limonlu versiyonumuzla inovatif bir dönem başlatıyoruz” diyen marka yöneticileri, bir yandan Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” teorisini sunumlarına koyarken, öte yandan kendi ürünlerinin yıllardır aynı fikir etrafında döndüğünü görmezden geliyor.
Yerli İnovasyonun Küresel Yankısı
Vestel bu ülkenin en önemli sanayi başarı öykülerinden biri. Ancak aynı zamanda, “yerli inovasyon” kavramının da en tartışmalı örneklerinden. Marka, ürün lansmanlarında sıkça “Türk mühendislerinin vizyonu” söylemini öne çıkarır; fakat o vizyonun donanımı, çoğu zaman Uzak Doğu menşelidir.
Samsung’un üretim bandından düşen panel, Manisa’da “yeniden doğar.” Kutu değişmiştir, ama çekirdek aynıdır. Yani inovasyon değil, rekombinasyon gerçekleşir. Bu, kötü bir şey değildir; ancak “yenilikçilik” olarak sunulduğunda, stratejik samimiyet sorgulanır.
Vestel’in en büyük gücü üretim değil, hikâye anlatımıdır. Ürünü değil, algıyı yönetir. Fakat tam da bu nedenle, inovasyonun özü olan “müşteri değerini artırma” kısmı, çoğu zaman PR söyleminin arkasında kaybolur.
Tatlı İmitasyonun İncelikli Hâli
Ülker , Türkiye’nin en köklü markalarından biri olarak inovasyondan çok, adaptasyonun ustalığını temsil ediyor. Kitkat, Oreo, Snickers gibi global ikonların izinden giderek, onları yerel damak tadına ve fiyat hassasiyetine uyarlamayı başardı. Bu da aslında “yıkıcı inovasyonun tersine çevrilmiş” bir örneğidir: pazarın liderini değil, tüketicinin alışkanlığını dönüştürür.
Ancak son yıllarda bir başka örnek dikkat çekiyor: Dubai merkezli premium bir sunumun sade ve dikdörtgen formlu “Luxury meets minimalism” çikolatası, birkaç yıl sonra “İstanbul Çikolatası” olarak raflarda belirdi. Ambalaj, tipografi, renk tonu, dokusal sadelik – neredeyse birebirdi. Fark yalnızca hikâyedeydi:
“Köklerimizden ilhamla, İstanbul’un zarafetini çikolataya taşıdık.”
Fikir değil, form kopyalanmıştı. İçerik değil, kutu değişmişti. İnovasyonun değil, taklidin duygusal rebrand’i yapılmıştı.
Peter Drucker’ın yıllar önce söylediği bir cümle burada yankılanıyor:
“Yenilik, yeni bir şey yapmak değil; eski bir şeyi yeni bir şekilde görmekten geçer.”
Bizim markalar ise hâlâ “eski bir şeyi yeni bir paketle göstermek”le meşgul.
Ürün Yönetimi: Fikirle Başlamayan Disiplin
Türkiye’de ürün yönetimi, çoğu kurumda hâlâ bir rol değil, bir rutin. Yeni fikir üretmekten çok, yeni SKU çıkarmakla tanımlanıyor. Toplantılarda “limonlusunu da yapsak mı?” cümlesi, stratejik inovasyon kararı kadar coşkuyla alkışlanıyor.
Test süreci “ofistekiler beğendi”yle sınırlı, pazar doğrulaması “patron onayı”yla ölçülüyor. Sonra da ürün, üç hafta rafta kalıyor ve sessizce yok oluyor. Ama sunum dosyası yaşamaya devam ediyor.
Clayton Christensen “İnovasyonun İkilemi” kitabında şunu söyler:
“Büyük şirketler yenilik yapamaz, çünkü sistemin kendisi mevcut düzeni korumak üzerine kuruludur.”
Bizim durumumuz daha farklı: Büyük şirketler yenilik yapamaz, çünkü mevcut düzen PowerPoint’te mükemmel görünüyordur.
İmitasyonun Stratejiye Dönüşmesi
Taklit, doğru yönetildiğinde stratejik bir araçtır. Apple da müzik çalarını icat etmedi; ama kullanıcı deneyimini dönüştürerek kategoriyi yeniden tanımladı. Bu, yaratıcı imitasyondur — yani kopyalamak değil, yeniden yorumlamaktır.
Ancak Türkiye’de imitasyon refleks haline gelmiş durumda. Bir trend doğar doğmaz “global benchmark alıyoruz” söylemi devreye giriyor. Oysa o benchmark, çoğu zaman benchmark’tan öte bir şeydir: fotokopidir.
Dubai’den İstanbul’a uzanan çikolata hikâyesi, tam da bu zihniyetin yansımasıdır. Formun kopyalanmasıyla inovasyon yapılmaz; çünkü inovasyon, ürünün zihinsel konumuyla ilgilidir, fiziksel formuyla değil.
İnovasyon ve Rekabet Aynı Adreste Buluşur — Müşterinin Zihninde
Rekabet de inovasyon da aynı noktada kesişir: müşterinin zihninde. O zihne giremezseniz, geri kalan her şey sadece iyi cilalanmış bir imitasyondur. Ambalajınız ne kadar parlak olursa olsun, eğer tüketici sizi “başkasının ucuz versiyonu” olarak algılıyorsa, bütün stratejik planlar anlamsızdır.
Simon Sinek’in dediği gibi,
“People don’t buy what you do, they buy why you do it.”
Ama biz hâlâ “ne yaptığımızı” anlatmakla meşgulüz; “neden yaptığımız” kısmında sessizleşiyoruz.
Gerçek inovasyon, müşterinin neden hâlâ eski şeyi tercih ettiğini anlamaktan geçer. Bizdeyse hâlâ “patron beğendiği için” yeni ürün çıkıyor. Bu yüzden Türkiye’de inovasyonun en net formülü hâlâ aynı:
Kopyala, paketle, lansman yap, PR’ı kap.
Ama artık o PR da işe yaramıyor. Çünkü müşterinin zihni dolu. Ve o zihne giremediğiniz sürece, ne ürün yönetimi anlam kazanır, ne de inovasyonun itibarı.
Gerisi — ister “İstanbul Çikolatası” olsun, ister “yerli mucize” — yalnızca iyi pazarlanmış bir imitasyondur.








Yorumlar